Hollywoodun Altın Çocuğu Robert Redford O bir oyuncu, bir yönetmen, bir yapımcı, baba hatta büyükbaba, kısacası o yaşayan bir efsane. Pek çok erkeğin, özellikle genç Redford’a benzemeye can attığı, pek çok kadının beğendiği, birkaç neslin oyunculuğuna tanık olduğu, son derece zeki ve yetenekli bir Hollywood yıldızı. O Hollywood’un altın çocuğu.
Elbette Hollywood, oyuncu olmak üzere yola çıkan çok sayıda yakışıklının uğrak yeri oldu. Evet çoğu yalnızca uğramakla yetindi, ama o adeta Hollywood’a demir attı. Daha doğrusu Hollywood onu bırakmadı, ondan vazgeçmedi. Çünkü o hep farklı olmayı seçti ve farklı yüzleri başarılı bir biçimde filmlerine taşıdı. Çünkü o fiziksel özelliklerini Allah vergisi oyunculuk gücüyle ustalıkla yoğurdu ve beyazperdede uzun yıllar parlamayı başaran bir yıldız oldu. Onca ödüle, onca başarıya karşın yine de kendini eleştirmekten vazgeçmedi:
“Bir yönetmen olarak kendimi oyuncu kimliğimle beğenmezdim. Oyuncu kimliğimle de kendimi bir yönetmen olarak beğenmezdim.” Charles Robert Redford 18 Ağustos 1937’de Santa Monica’da dünyaya geldi. Oğlu ile aynı adı taşıyan baba Redford İkinci Dünya Savaşı sona erinceye dek sütçü olarak çalıştı, daha sonra “Standard Oil Company”de muhasebeci olarak çalışmaya başladı. Başarılı bir atlet olan genç Robert, 1955’te iyi bir beyzbol oyuncusu olduğu için kazandığı bursla Colorado Üniversitesi’nde eğitimini sürdürdü. Aynı yıl annesinin aniden ölümüyle alt üst oldu. Yaşadığı bu derin üzüntü ve acı hem derslerindeki hem de spordaki performansını olumsuz yönde etkiledi, dahası alkol almaya başladı. Sonunda yalnızca takımdan atılmakla kalmadı aynı zamanda kazandığı okul bursunu da kaybetti. Ressam olma sevdasıyla Los Angeles’da bir iş buldu kendine, para biriktirip Paris’e gitmeyi ve orada bir sanat okuluna devam etmeyi planlıyordu. Ve bu planını da gerçeğe dönüştürdü, İtalya’ya gitti ve orada bir süre resim dersleri aldı. Ancak bu yavaş tempodan çok sıkılmıştı ve Los Angeles’a dönmeye karar verdi. Sonunda yazgısı onu yeniden Amerika’ya taşımıştı. Aynı yıl bir üniversite öğrencisi olan, onu alkolden uzaklaştıran ve oyunculuk konusunda önünde yepyeni bir ufuk açan Lola Jean Van Wagenen ile tanıştı ve evlendi. Çift Redford’un resim derslerine kaydolduğu ve aynı zamanda sahne tasarımı konusunda dersler almaya başladığı New York’a taşındı. Redford’a, 1959 yılında bir Broadway yapımı olan “Tall Story”den ayrılan bir oyuncunun yerine sahneye çıkması önerildi. Bu onun ilk sahne deneyimiydi ve arkası da gelecekti. Bunu “The Highest Tree” ve “Sunday in New York” gibi öteki yapımlardaki rolleri izledi. Yanısıra 60’lı yılların başında da kimi televizyon programlarında, beyazcamdan tanıttı yüzünü.
1963’te artık Broadway’in en başarılı yapımlarından biri olan “Barefoot in the Park”ın başrol oyuncusuydu, ancak onbir ay boyunca aynı oyunla yoğun bir tempoda çalışmak Redford’u fazlasıyla yordu ve o zaman gözlerini beyazperdeye çevirdi. Rol aldığı ilk birkaç film izleyiciden beklenen ilgiyi görmedi. 1965 yılında Nathalie Wood ile birlikte kamera karşısına geçtiği “Inside Daisy Clover”ın kendisine Golden Globe Ödülü’nü kazandırması bile kaybettiği hevesini, enerjisini ona geri getiremedi ve yeniden Avrupa’ya gitti. İki yıl sonra ise Broadway’de kendisine başarı getiren “Barefoot in the Park”ın film uyarlamasıyla Hollywood’a müthiş bir dönüş yaptı. Yıldızının parladığı “Butch Cassidy and the Sundance Kid”e (1969) dek birkaç Broadway yapımında ve pek başarılı bulunmayan birkaç sinema yapımında rol aldı. O kendini yıldızlaştırma yolunda büyük bir hırs taşımadı içinde, ama adeta Hollywood’un yıldız tozları serpildi üzerine ve bir kez o da bulaşmış oldu bu pırıltılı yaşama…
Canlandıracağı karakteri çok ciddiye alıp sıkı çalışan bir oyuncu oldu o hep. Hollywood’un yakışıklılığı ile yer edinmiş bir oyuncusu olarak anılmak yerine, daha sivri karakterleri canlandırarak yeteneğiyle, oyunculuk gücüyle var olmak istedi ve bu nedenle de pek çoğu için hata sayılabilecek kararlar vererek, “Who’s Afraid of Virginia Woolf?”, “The Graduate” ve “Rosemary’s Baby” gibi başarı elde etmiş yapımlarda rol almayı reddetti. Çünkü bu yapımlarda canlandıracağı karakterlerin, çizmeye çalıştığı Robert Redford çizgisine uymayacağını düşündü. 1972 yılı onun yılıydı sanki, “Jeremiah Johnson” ve “Candidate” ’ın yanısıra klasikler arasında yer alan, Barbra Streisand ile birlikte rol aldığı “The Way We Were” ve 1973’te Paul Newman ile birlikte kamera karşısına geçtiği, yedi dalda Oscar Ödülü kazanan “Butch Cassidy” onun Hollywood’daki kariyerini perçinledi. Sonrasında adeta çorap söküğü gibi gelişti herşey. Zirveye giden basamakları üçer beşer tırmanır buldu kendini. Artık gişe rekoru kıracağına kesin gözüyle bakılan bir oyuncuydu o. Ancak bu kez yönetmen koltuğuydu onu bekleyen ve 1980’de bunu da denedi. “Ordinary People” biri en iyi yönetmen olmak üzere tam dört dalda Oscar Ödülü kazandı. Birkaç yıl hem kamera önüne hem de gerisine ara veren ünlü oyuncu film setlerinedönüş yaptığı 1984’de “The Natural” ve 1985’te “Out Of Africa” ile En İyi Film Oscar Öödülü’nü kucaklamayı başardı. Zaman akıyordu ve her geçen yıl yüzüne birkaç çizgi daha ekleniyordu, bununla da kalmıyor Hollywood’un yıldızlaştırdığı adlar her geçen gün değişiyordu ama değişmeyen şeylerin olabileceğinin altını çizercesine o hâlâ dimdik ayakta, dahası kamera önündeki yerini alıyordu. 90’lı yıllarda da yönetmenliği sürdürdü. Brad Pitt’i kamera önüne taşıdığı “A River Runs Through It” ve onun yönetmenliğini üstlendiği belki de en iyi filmler diye nitelendirilen “Quiz Show” ve “The Horse Whisperer” hep bu dönemde çektiği yapımlardı. 2000’li yıllar da onu gülümseyerek kucakladı, çünkü gişe rekorları kıran “The Last Castle” ve Brad Pitt ile birlikte rol aldığı “Spy Game” ile tüm zamanların oyuncusu olduğunu kanıtladı. İyi bir oyuncu olmasının yanısıra duyarlı bir insan da olduğunu gösterdi sık sık. Bağımsız film yapımcılarını desteklemek, yepyeni senaristlerin ve yönetmenlerin gelişmesini sağlamak üzere Sundance Enstitüsü’nün kuruluşuna büyük destek verdi. 1980’den buyana her yıl geleneksel olarak Park City, Utah’da gerçekleştirilen ve tüm dünyadan on binlerce insanın akın akın geldiği Sundance Film Festivali’nin ilk ateşini o yaktı, katılımcıların artışı göz önünde bulundurulacak olursa amacına ulaşmış gibi görünmekte. Redford ve bu işe gönül veren dostları kablolu yayın yapan Sundance Channel isimli bir de televizyon kanalı kurdu ve bu kanalın da yine aynı amaçla kullanılması konusunda yoğun çalışmalar yaptı. O ünlü biri ama bu ünü hiçbir zaman kendi özel işleri için kullanmayı yeğlemedi. Özellikle çok duyarlı olduğu çevresel etkinliklerde ve bu konuda karşılaştığı engelleri aşmakta bu ününü kullanmakta ise çok cömert davrandı.
Birlikte üç çocuk dünyaya getirip yetiştirdiği eşi Lola’dan 1985’te boşanan Redford’un dört de torunu var. Eşinden boşandıktan sonra yaşamını yalnız sürdürmeyen Redford önce kostüm tasarımcısı Kathy O’Rear ile sonraysa bir ressam olan Sibylle Szaggars ile birlikte oldu.
Emre KOZAN ® sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.