Bir medeniyetin kendi kendini yok edebilecek düzeye gelmesi için 10.000 yıl verirsek –bu artık ozonu delerek mi olur, zincirleme çekirdek reaksiyonunun önüne geçemeyerek mi olur, gökyüzünü CO2 kaplayıp küreyi fırınlayıp tufanlar yaratarak mı olur, laboratuarda üretilip kontrol edilemeyen bir virüsün yarattığı pandemi ile mi olur, üremek zor geldiği için soyun kuruması ile mi olur, her ne ise– hayalgücü geniş bazı insanlar 200.000 yıl önce homo sapiens’in görünmesinden bu yana en az üç beş medeniyetin kurulup yıkılması için yeterli zaman bulunduğunu düşünmüşlerdir. Bu medeniyetlere ait arkeolojik buluntuya rastlanmamasını ise bu uygarlıkların artık var olmayan batmış –belki de birbirlerini batırmış– kıtalarda yaşamalarına bağlarlar. Bu medeniyetlerin izlerini yazılı kayıtlarda bulmak çok zor olduğu için belki de efsanelerde aramak gerekir.

Battığı savlanan kıtalardan biri Mu diğeri Atlantis’tir. Uygur, Mısır ve Mayalar’ın ilk Mu kolonileri oldukları Keltler’in, İskitler’in de bunların torunları olduğu söylenir. Kayıp kıta Mu ile Mustafa Kemal Atatürk de Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden ilgilenmiş, araştırma yapmaları için tarihçileri dünyanın değişik bölgelerine göndermiştir (daha sonra konunun detaylarına bakacağız).

Kayıp Kıta Mu
Günümüzden 100.000 yıl önce Pasifik’te manevi yönleri çok güçlü bir uygarlığın yaşadığı savlanır. Levha tektoniği kanunlarına göre böyle bir kıtanın varlığı pek mümkün görünmese de J. Churchward günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takımadalarını oluşturan adaların bu kıtanın kalıntıları olduğunu ileri sürmüştür.

Siyah, esmer, kızıl ve sarı olmak üzere dört ırktan oluştuğu düşünülen Mu insanlarının yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı. Bu, bana Babil Kulesinin hikayesini hatırlatır:

Babilliler tanrıya daha yakın olmak için bir kule yapmaya karar verirler. Kule yükseldikçe yükselir, yükseldikçe yükselir, Babilliler tanrıyı unutup kendi yaptıklarıyla böbürlenmeye başlarlar. Tanrı, bunlara öyle bir ceza vereyim ki bir daha biraraya gelemesinler der ve o zamana kadar hepsi aynı dili konuşurken, farklı diller konuşan gruplara böler onları.

Kimbilir, belki de Mu kıtası insanları birbirlerini anlayamadıkları için medeniyetleri entellektüel bir çöküş yaşamıştır.

Kimbilir, belki de Mu kıtası insanları birbirlerini anlayamadıkları için medeniyetleri entellektüel bir çöküş yaşamıştır.
Günümüzden 70.000 yıl önceye tarihlenen diğer kayıp kıta Atlantis ise Platon’un notlarına göre Atlantik Okyanusu’ndaydı. Günümüzde Atlantis’in yeri konusunda değişik fikirler vardır, bunlardan bizi ilgilendirebilecek iddialardan biri, Truva’nın aslında Atlantis olduğu, diğeri ise Kıbrıs ve Suriye arasında sular altında kalan bir kara parçasının Atlantis olduğu ve Antakya’nın bu medeniyetin bir parçası olduğudur.

Teozofların kadim bilgilere dayandırdıkları iddialara göre insan soyu “7 kök soy” denen bir gelişim süreci yaşamaktadır ve günümüz insanlığı şu an 5. kök soydadır.

1- Esîrî alemdeki birinci kök soy: Dünyadaki ısı çok yüksek olduğu için maddeden oluşmayan ruhani varlıklar
2- Hyperborea’daki ikinci kök soy: Dünya ısısının azalmasıyla tekamül edip maddeye dönüşen dev boyutlardaki tek cinsiyetli varlıklar
3- Lemurya’daki (Mu kıtası) üçüncü kök soy: Bildiğimiz insan formundaki çift cinsiyetli günümüz insanına göre oldukça iri, zihinsel yetenekleri gelişmiş olan varlıklar
4- Atlantis’teki dördüncü kök soy: Mu insanlarına göre psişik yetenekleri daha yüksek, kullandıkları sözcükler majik (büyülü) etkilere sahip olan (sözlerle bitkilerin büyümelerini hızlandırıp, vahşi hayvanları evcilleştirilebiliyorlardı) insanlar
5-Beşinci kök soy (günümüz insanı) : Dördüncü kök soyda mantığın ilerlemesi ile hesaplama, sentezleme, adalet yetileri gelişmiş ancak psişik yetenekler körelmiştir. Bu soy son zamanlarını yaşamaktadır.
6- Altıncı Kök soy : Günümüz insanları Mu ve Atlantis medeniyetindeki sezgisel yeteneklere yeniden kavuşacaklardır.
7- Yedinci kök soy: İnsan evriminin son ve en üst noktasını oluşturacaktır.

Kadim zamanlara ait belgelerin de bulunduğu İskenderiye Kitaplığı yok olmasaydı, belki de o zamanlar hakkında şimdi daha çok şey biliyor olacaktık. İskenderiye Kitaplığı, İ.Ö. 1. yüzyılda Julius Sezar tarafından, İskenderiye’yi kuşattığı sırada mı, yoksa, İ.S. 4. yüzyılda İskenderiye’de puta tapanların çokluğuna bozulan Hristiyan İmparator I. Theodosius tarafından mı ya da İ.S. 7 yüzyılda İslam Halifesi Hz. Ömer’in emriyle Mısır Fatihi Amr İbnül-As tarafından ‘Bu kitaplardaki bilgiler Kuran’a aykırı ise haramdır, Kuran’da yazanlarla aynıysa gereksizdir’ diyerek mi yok edildi bilinmiyor. Belki de hepsi bir kenarından yakabildiğini yaktı ya da kadim zamanlara ait bilgilerin yok olmasının suçunu birbirlerinin üzerine atmaya çalışıyorlar.

Biz Kadim Türkler
Cumhuriyet’in ilk yılları, Osmanlı’yı hem akıllardan hem gönüllerden silmek adına “Türk Tarih Tezi” oluşturma peşinde geçti. Mustafa Kemal Atatürk, 1934 tarihinde Türkiye’yi ziyaret eden İsveç veliahtı Gustav Adolf şerefine verdiği yemekte şu şekilde biten bir konuşma yapmıştı:
“…avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: baysal utkusu.”

Konuşmayı İngilizce’sinden izleyen Gustav Adolf’ten başka anlayan olmamıştı. Böyle gitmeyeceği anlaşılınca “Güneş Dil Teorisi” ne geçildi, böylece diğer dillerden alınan kelimeler yabancı sayılmayacaktı, çünkü teori bütün dillerin Türkçe’den türediğini savunuyordu.

Kayıp kıta fikirlerinin sahibi James Churcward’ın kitapları Türkçe’ye çevrilince bir heyecan yaşandı. Çünkü Uygurlar’ın aslında Mu medeniyetinin devamı olduğu dolayısı ile Türkler’in anavatanın Mu olduğu fikri tam da Türkler’e alternatif ve ulusçu bir resmi tarih yazma aşamasında imdada koşmuştu. Mustafa Kemal Atatürk, Maya kültürü bağlantısını araştırması için tarihçi Tahsin Mayatepek’i Meksika’ya büyükelçi olarak atadı. Tahsin Bey eli boş dönmedi, Maya dilinde “tepe” anlamına gelen “tepek” sözcüğünü ve başka kültürel bağlantılar bulmuştu. Tahsin Bey’in soyadı “Mayatepek” buradan kaynaklanmaktadır.

ORHUN YAZITLARI ve RUNİK ALFABE
Türk’ler, daha doğrusu Öntürk’ler tarafından oluşturulduğu tahmin edilen en eski uygarlığın tarihi M.Ö 4500’e kadar gider (Anav Kültürü). Bunu MÖ. 3000 ile MÖ. 1700 yılları arasında tarihlenen Afanasyevo Kültürü ve MÖ. 1700 ile MÖ. 1200 yıllarına tarihlenen Andronova Kültürü ve MÖ 1200- MÖ 700 yıllarına tarihlenen Karasuk Kültürü takip eder. “Türk” kelimesine yazılı olarak ilk defa Göktürk’lerin M.S. 8. yüzyılda diktikleri Orhun-Yenisey Yazıtlarında rastlanır. Otodidakt tarihçi Turgay Kürüm bir gün, Orhun yazıtları üzerindeki alfabe ile Vikingler’in Rün ya da Futhark diye bilinen ve o güne kadar okunamamış, okunamadığı için de majik anlamlar yüklenen alfabesi arasında bir ilişki kurar. İsveç’te bulanan Kylver Kayası, Mojbro Kayası ve Istaby Kayası üzerindeki Runik yazıları Göktürk sesleri ile okuduğunda bugünün Türkçesi ile anlamlı görünen ifadeler ortaya çıkar. Bunlardan en ilginci üzerine köpek ve şaha kalkmış bir at üzerindeki savaşçı figürleri kazınmış Möjbro taşı üzerindeki yazının tercümesidir:
gopek yik op ke kelkic ikin ekgök göksüpek desinkic
Günümüz Türkçesi ile:
köpek iyi hucuma kalksın -saldırsın- ikisinede “ekgök” gözüpek desin

Turgay Kürüm, ilk altı harfi F-U-T-H-A-R-K olduğu için Futhark diye anılan alfabenin önce Orta Asya’daki Türkler tarafından kullanıldığı, ipek yolu vasıtası ile Hazar Denizi’nin kuzeyinde yaşayan İskitler’e onlardan da Gotlar’a geçtiği bu şekilde İskandinavya’ya kadar gittiğini öne sürmektedir. Bir Öntürk araştırmacısı olan Kazım Mirşan’ın da benzer savları bulunmaktadır.

AZ BİLİNEN ÖNTÜRK ESERLERİ

Altın Elbiseli Adam
Türkler’e ait en eski yazılı eserlerin Orhun anıtları olduğu zannedilirken, 1970’te Kazakistan Almatı’da M.Ö. 4-5 yüzyıllarına tarihlenen bir Saka İskit Türk Tiginine ait mezar bulundu. Mezardan, tamamı altından yapılmış bir elbise ile üzerinde runik bir yazı bulunan bir gümüş tas çıkarıldı. Sovyet tarihçiler yazıyı şu şekilde tercüme etti: “Tigin 23’ünde öldü. Esik halkının başı sağ olsun.” Bu buluntu, runik yazının ilk olarak Orta Asya’da Türkler tarafından kullanıldığı fikrini desteklemektedir.

Çin Piramitleri
Kazım Mirşan, M.Ö. 2500 yıllarında inşa edildiği sanılan Çin piramitlerinin Öntürk’lere ait olduğunu öne sürmektedir. Bu piramitlerden en büyüğü resimde görülen “Beyaz Piramit” tir.

Tötö Kanalı
Orta Asya’da, Fergana Vadisi’nde Göktürkler tarafından yapılmış olan bir sulama kanalı olan Tötö Kanalı ilk yapıldığında 35 km. imiş. Kaynaklar, bugün 10 km’si ayakta olan kanalın 1935’den beri Ruslar tarafından sulama amaçlı olarak kullanıldığını belirtiyor.


Emre KOZAN ® sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Bir Cevap Yazın